
3.5.3. Ölüm
Doğum, evlenme ve ölüm olaylarında diğer toplumlar gibi eski Türk dini de ölüm üzerinde daha çok durmuştur. Ölüm, ruhun bedeni kesin olarak terk etmesi şeklinde görülmekteydi ama eski Türklerde sadece ölümde değil uykuda ve hastalıklarda da ruh bedeni terk ediyor inancı vardı. Sadece insanların değil tüm varlıkların bir ruhunun olduğuna inanılıyordu. Altaylılar bu işin çıkmaza girmemesi için kategorilere ayırmıştır. Bu kategorilere göre tin bütün canlı varlıklarda bulunan ruhu ifade eder, süne yalnızca insanda ki ruhu, kutun ise her şeyde bulunduğu ve bulunduğu yere kutsiyet kazandırdığı düşüncesi mevcuttur. Altaylılar ayrıca insanda yula adında bir eşin bulunduğunu ve bu eşin uykuda ve rüyada bedeni terk ettiğini tasavvur ederdi. Erlik’in yeryüzüne aldaçı yollayarak insanların ruhlarını yakalatıp hayatlarına son verdiğini düşünmektedirler. Radloff, Kırgızların ölüm meleğinin altı yüzünün bulunduğunu ve onun soğuk olan yüzünden çekindiklerini, korktuklarını bildirmektedir. Tatarlar ise ölüm meleğinin bir kılıcının olduğunu söylemektedirler. Ölüm döşeğinde olan bir insan, ölüm meleğini fark ettiğinde ağzı açık kalırdı. Biraz çizgi film gibi bir durum olsa da ruh bedenden ayrılırken bir kuş gibi uçarak bedeni terk eder diye bir düşüncede vardı. Zoomorfizm zaten eski Türklerde mevcut bir düşüncedir. Bu düşünceye ek olarak ruhların gökte kuş olarak var olduklarını düşünüyorlardı. Orhun Kitabeleri’nde Bilge Kağan ve Kültigin için yazılan “uçtu” tabiri, eski Türklerin Tanrı’nın yanına uçarak gitmesi tabirine inandırmıştır. İslami dönemde de bu kelime “uçmak” olarak cennet anlamında kullanılmıştır. Bu terimin Soğd dili ile de bir bağlantısının olduğu araştırmacılar tarafından onay aşamasındadır.
Eski Türklerde ölümün bir son olmadığı ölümden sonra da bir hayat ve ahiret inancının olduğu düşünülmektedir. Bu inanç Türklerde çok eski zamanlara dayanmaktadır. Bunu, insanların eşyalarıyla gömülmesinden hatta atlarıyla gömülmesinden rahatlıkla çıkarabiliriz. Öldükten sonra gömüldükleri nesneler, canlılar ile diğer dünyada da beraber olacaklarını düşündükleri için bu uygulamayı yapmışlardır. Barthold, Türkler için ahirete gidişte hesap kavramının bulunmadığını balballarla örneklendirerek söylese bile buna karşı O. Turan kahramanların düşmanlarını öldürerek sevaba girme olayını söyleyerek eleştirmiştir. Ölülerin önceden yaşadıkları yere gelip tiki diye bir ses çıkarttıklarını Kaşgarlı Mahmut ifade etmiştir. Hatta bu olay şu an bile İslami motiflerce günümüze kadar uzamıştır. Eski Türklerde ölen insanın ardından bağıra çağıra feryat edildiği, saçlarını başlarını dağıttıklarını ve elbiselerini yırttıklarını Çin kaynaklarından öğrenebiliyoruz. Göktürkler ise bunu biraz daha acı vererek yüzünü çizmeye, kulaklarını biçmeye ve bu yapılanların yanında hafif de olsa saçlarını kesmeye kadar gittikleri biliniyor. Hunlarda da bu yaslar görülmekle beraber kurganlardan saç örgüleri de çıkmıştır. Bu saç kesme hadisesi günümüzde de Mersin’de yaşlı kadınların saçlarını kesmesinden devam ettiği anlaşılmaktadır. (Günay, Güngör,2019: 95-98) Her ne kadar ölünün arkasından ağlanmaz düşüncesi olsa da bu gerçekleşmesi zor bir eylemdir. İnsanlar o zaman bunu daha da fazla yapıyordu. Kendilerini kesip kanlı gözyaşları akıtmaları ölünün arkasından girilen üzüntüyü açıklamaya yeterli oluyor. Öte yandan görüldüğü gibi ilk Türklerin İslam dinine girmeden gerçekleştirdikleri eylemler az çok değişerek yine günümüze ulaşmıştır. Öte yandan Türklerde ölenin bindiği atın kuyruğunun kesilmesi gibi bir âdette vardır. Çin kaynakları, M.Ö III. Yüzyılda Hunlarda ölüleri tabutla gömme durumunun olduğunu bildirmektedir. Tabutların altın ve gümüş işlemeli kumaş ve kürklerle örtüldüğünü bildirmişlerdir. Çin kaynaklarında Göktürklerin ölüyü çadıra koyup, yakınlarının kestiği at ve koyun kurbanlarını çadırın önüne dizdiğini bildirmektedir. Ölüyü gömme işlemleri, ölen kişi ilkbaharda ve yazın öldüyse sonbaharda; sonbaharda ve kışın öldüyse ilkbaharda defnediliyor. Kültigin ve Bilge Kağan’ın definlerinin bu tarz bir bekletmeden sonra defnedildiği tarihi kaynaklarda yazmaktadır. Tabii ki bu bekletmeler, mumyalamayı doğurmuştur. Hunlarda mumyalama oldukça yaygındır. Göktürklerde az olmakla birlikte bu durum Selçuklularda ve Osmanlılarda da olmuştur. Şöyle ki, Melikgazi türbesinde cesedinin mumyalanmış olarak durmakta olduğunu görüyoruz. Murat Güdavendigâr Kosova’da savaşta bir Sırp tarafından şehit edilince veya Kanunî Sultan Süleyman Zigetvar Seferi sırasında vefat ettiğinde her ikisi de tahnit edilmiş iç organları ölüm yerinde gömülmüş ve mumyalanarak geri getirilmişlerdir. Bazı kurganlarda bir Çin âdeti olan ölülere maske takma hadisesi görülmüştür. Bazı cesetlerde dövmeler mevcuttur. Pazırık kurganlarında görülmektedir. (Günay, Güngör,2019: 98-100)
‘’Göktürkler dönemine ait birçok mezardan iskeletlerin çıktığını arkeolojik kazılar doğrulamaktadır. Bununla birlikte, Çin kaynakları Türklerde defin usullerinin devirden devire ve hatta bazen aynı dönem içerisinde bile farklılıklar arz ettiğini kaydediyorlar. Ölüyü yakma veya toprağa gömmenin yanı sıra tabuta yerleştirilip dağların tepesinde bir ağacın üzerinde muhafaza usulünün de Türk boylarında görüldüğü anlaşılmaktadır. Mesela, Tobalarda bu sonuncu âdetin olduğu bilinmektedir. Aynı usulün XVIII. Yüzyıla kadar Yakutlarda ve hatta Kırgızlarda da bulunduğu anlaşılıyor. Bununla birlikte, bu şekilde ölüyü dağların tepesinde ağaçlar veya sedirler üzerine koyarak muhafaza âdetinin belli bir süre için olduğu ve daha doğrusu cesedin etlerin çürümesine kadar bu şekilde muhafaza edildiği ve daha sonra kemiklerin toplanarak yakıldığı anlaşılmakta; en azından Makdisi ve Merzevi bunun böyle olduğu bildirmektedirler.’’ (Günay, Güngör,2019: 101) Kaynaklar, eski Türklerin ölülerini yıkayıp temizlediklerini “eşük” denilen bir kefene sardıklarını, tabuta koyduklarını ve bir araba ile mezar yerine götürdüklerini kaydediyorlar. Bu amaçla, defin merasimlerine, ölünün toplumsal statüsünün büyüklüğü ölçüsünde büyük katılımların olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle hakanların ve önemli şahsiyetlerin defin merasimlerine yabancı heyetler katılmışlardır. Çinli, Tibetli, Bizanslı heyetlerin bu amaçla merasimlerde hazır bulunduklarını tarihler haber veriyorlar. Mesela 572’de Çin ve 576_da Bizans elçileri, Mukan ve İstemi Hanların cenaze merasimlerinde hazır bulunmuşlardır (Günay, Güngör,2019: 103).
Aslında İslam’la tanışmadan öncede benzer geleneklerin olduğunu görüyoruz.